Aklını, sağduyusunu empati ile soslayarak insan gibi konuşanların yanı sıra, bilgi sahibi olmadan, irdelemeden, önüne geleni önüne geldiği şekilde hiç düşünmeden konuşan, yazan, insanlar vardır ki, bunlara “ağzı olan konuşuyor” sözü cuk oturmaktadır. Bunlar genellikle kendini bilmeyenlerdir.
İslam Dünyasının ilk Filozoflarından birisi olan El-Kindi, Felsefe tanımına “Felsefe insanın kendini tanımasıdır” der. Kindi’ye göre, aklı sayesinde açgözlülüklerini ve öfkesini bastıran kimse birde ilmin derinliklerine dalarak varlığın hakikatini araştırmayı karakter haline getirirse; “Hikmet, kudret, adalet, hakikat, iyilik ve güzellikle nitelenen Hak’ka yakın benzerlikte faziletli bir insan olur”
Peki ya bunlara sahip olamayan kimse konuşursa ne olur? Tabi ki ağzı olan konuşuyor sözcüğünde olduğu gibi bilgi sahibi olmadan, düşünmeden konuşan ve yazan kendini bilmez insan sıfatına bürünür ki, onlara da Mevlana Celalettin ‘okluğun boşalması’ ifadesiyle aynen şöyle der;
“Kuş havada uçarken gölgesi de yere aksedip kuş gibi koşar. Ahmak kişide o gölgeyi avlamak amacıyla onun ardından koşar durur. Onun havada ki kuşun gölgesi olduğundan habersiz, yerdeki bir gölge, asıl ise Hüma gibi uçmaktadır. Bilgisizlikten gölgeye ok atar. Okluğu boşalınca da üzülür. Ama bir kimsenin gölgesi Hakk’ın gölgesi olursa, Hak onu hayal ve gölgeden kurtarır”
Mevlana Celalettin, kendini bilmezin, ağzı olan konuştuğunda ifadesinde yer aldığı gibi davranması halinde bu olumsuz hal ve hareketlerin zararlarının kendisiyle sınırlı olmadığını bakın nasıl ifade ediyor. “Edepsizin kötülüğü yalnız kendisine değildir, belki tüm dünyaya karşılık ve ateş verir”
Celalettin Rumi’nin konuyla ilgili ve yukarıdaki dizelerin devamı gibi birde öğüdü vardır. “Hakk’ın bize edep ihsan etmesini isteyelim. Çünkü terbiyeden (Kendini bilmemek, adap ve edep özründen) noksan olan onun lütfuna layık değildir”
İşte etrafımızda bu kategoride öyle insanlar var ki elinin hamuruyla erkek işine karışan. Gazetecinin görevi haber yapmak ve yorumlamaktır. Ölçüler çerçevesinde yapılan haber ve yazılan yazıları kişi lehinde olduğu zaman sever, aleyhinde olduğu zaman kızar. İşte yönetici olmanın erdem ve vasıfları da o zaman ortaya çıkar. Kendini bilmez ve oturduğun makamı taşıyamazsan, gösterdiğin tepki terbiye sınırları dışına çıkarsa, hatta ve hatta senin bu gün oturduğun o koltukta yıllarca oturmuş insanlardan biri olarak bana karşı çirkinleşirsen, işte sen o zaman iyi bir yönetici değilsindir ki, sende bunun farkındasın.
İyi yöneticilerin karşısında rakip olmaz, iyi yöneticiler kendi yönetimleri içinde tepkiyle karşılanmaz, istifaları beklenmez. Ve iyi yöneticiler birilerini suçlarken arşivlere bakmadan, boş ve bilgisizce ithamlarda bulunmaz.
Diğer taraftan gazeteci olarak, kurumsal anlamda görev yapan bu sivil toplum kuruluşunun, kindar, kibirli, geçmişine vefasız yöneticisine yönelik yaptığımız haberlerle ilgili, ilgisi bulunmadan, bilgisizce, kendini bilmeden, adap ve edep özründen uzak bir şekilde, yaptığımız haber ve yorumlarımızı neredeyse ailesiyle eş tutarak, hatta bu partinin geldiği noktayı neredeyse ailesinin başarısı olarak değerlendiren, sosyal paylaşım sitesinde beni ve mesleğimi basiretsizlikle ve mesnetsizlikle itham eden kendini bilmeze diyorum ki;
“Eşin memur, sen işçiyken niye bugün eleştirme ihtiyacı duyduğun bizlerle oturup çaylar ikram ederek, sohbetler ediyordunuz? Bir dershane de sorumlu olan eşin ile birlikte çalışmaya başladığında, biz bu gün o kadar kötüydük de niye o gün bizi bulunduğunuz kuruma defalarca davet edebildiniz? Reklamlarınızı gazete sayfalarına basarken, sizlerden övgüyle bahsederken senin aklın o zaman neredeydi de bu gün geçmişimizi başkalarına hatırlatma densizliği ile karaktersizlik gösterebiliyorsun?
Sana ve bilmeyenlere şunu da hatırlatmak isterim ki, bu gün sen ve eşin az sonra bahsedeceğim Rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş’in sözleri içinde yer alanlardan oldunuz, o camia çatısı altında dedikodu, fitne ve fesat tohumları atıyorsunuz. Ben o partiden uzaklaştırılmadım, kendi isteğimle ve yazılı dilekçeyle ayrıldım. Buda kimin basiretsiz, mesnetsiz ve kendini bilmeden konuşarak hareket ettiğini göstermiyor mu? Sizi bu kendini bilmezlikler ve kişisel kaprisleriniz ile baş başa bırakırken, Dr. Devlet Bahçeli’nin daha sizler o kadrolarda değilken Keles’te biz yöneticilere söylediği sözünü hatırlatmak istiyorum”
“Arkadaşlar merdivenlerde çıkmaktayken, inenlerle karşılaştığınız da onlara iyi davranınız. Çünkü bir gün gelecek o merdivenlerden sizlerde inmek zorunda kalacaksınız”
Ben o makamda 1978-1980, 1992-1996 yılları arasında ilçe başkanlığı, 1994 yılında Belediye başkan adaylığı, 2000-2001 yılında atanmış yönetimin başkan yardımcılığı görevinde bulunurken sizler neredeydiniz?
Unutmayınız ki bu gün o koltuğa oturmadan önceki göreviniz sırasında iktidar partisinin bakanlı açılış töreninde sunuculuk görevi yapan kişi ben değildim! Unutmayınız ki işçi olarak çalıştığınız devlet kurumunda iktidar partisi tarafından ben yetkilendirilmedim! Unutmayınız ki insanlara kin güden, çamur atan ben değilim. Unutmayınız ki işin içine kişiselliği, aileyi, şahsiyete saldıran, çirkinleşen ben değilim. Unutmayınız ki, ‘Güvenme güzelliğine bir sivilce, güvenme zenginliğine bir kıvılcım yeter’ sözü herkese geçerlidir. Allah sizlere acısın diyorum.
Araf (7), 199, “Sen af yolunu tut, iyiliği emret, kendini bilmezlere aldırma” suresini kendime ışık kabul ederek, Merhum Başbuğ Alparslan Türkeş’in o ulvi ve gerçeği haykıran sözüyle yazıma noktayı koyuyorum.
“Türk Milletine Bizans’tan geçme bir hastalık vardır. Gevşeklik, laubalilik, dedikodu, fitne, fesat, terbiyesizlik, birbirini beğenmemek, sır saklayamamak, rast gele laf söylemek. Bu hastalık sizde var. Bu hastalığı tedavi etmeniz lazım. Bu hastalığı tedavi etmeseniz kendinize yol seçiniz. Milliyetçi harekette bir saniye daha fazla kalmayınız. Benimle dava arkadaşlığı edecekseniz her şeyden önce vasıflı TÜRK olmaya mecbursunuz. Türk Milletini batıran, Bizans’ı batıran, Osmanlı İmparatorluğunu batıran hastalık budur”
Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az…