“
Günlerden, İstanbul’da birçok kutsal eşyanın yanında,
onun da eşyalarının barındığı Azize Thedosia günüydü. ( 29 Mayıs 1453) ve ‘’
delikanlıların ve genç kızların en güzel uykularına daldıkları’’ sabahın erken
saatleri olmasına rağmen, kiliseler tıklım tıklım insan doluydu. Başlarına
gelen talihsizlikten haberdar olup, bu haberlere inanmış olanların sayıları,
bazıları sadece gülüp geçmiş ve Tanrı’nın korumasını hiçbir zaman
esirgemeyeceğini iddia etmişti, gittikçe artmış ve her mevki ve sınıftan insan
bir araya toplanmıştı.
Fatih Sultan Mehmet,
imparatorluk şerefini – O, artık gerçekten bir imparatordu! – en çirkin
tutkuların ve açgözlülüklerin baş gösterdiği çatışmalarda görünerek, ayaklar
altında çiğnemek istemedi. Artık sonuna kadar açılmış olan, karargahını kurduğu
iki ay boyunca, İstanbul’ u fethetmeyi hayal ettiği sur kapısının önünde
bekledi. Burada kendisine ayrıca, artık Müslümanlara ait olan İstanbul’un eski
hükümdarının hayatta olmadığı haberi ulaştı. Aynı dönemde yaşamış tarihçi
Dukas’ın kayıtlarına göre makamını ve şehrini kaybettiği anda acı içinde:
‘’ Burada bir Hıristiyan yok
mudur ki beni öldürsün? ‘’ diye haykırmış; daha sonra kalabalığın içinde
muhtemelen ezilmişti. Sultanın emriyle cesedi aranmaya başladı. Nihayet, gelecekte
Aydın Bey’i olacak bir Türk huzura geldi ve işgal edilen ilk kapının önündeki
ölülerin arasında İmparator Konstantin’e benzeyen birini gördüğünü bildirdi.
Bunun üzerine derhal oraya gidildi ve İmparator kana bulanmış mor çoraplarından
tanındı. (Mor renk İmparator ve ailesinin, soyluların giyebildiği bir renkti.
Çünkü bu renk doğal yollardan, bir midye çeşidinin tonlarcasından ezilerek bir
top kumaş yapılabildiği için çok pahalıydı.) İmparatorun cesedinin, eğer denize
atılmadıysa, nereye gömüldüğü hala bilinmemektedir.
Fatih Sultan Mehmet sade bir
merasimle şehre girdi. Hiçbir insanın görünmediği caddelerden geçerek, doğrudan
AYASOFYA KİLİSESİ’NE gitti. Ve burada dua ederek, kiliseyi camiye dönüştürdü.
Minberin önüne geldi ve kutsal masanın taşında rahmet ve zafer inayetine ihsan
eden Allah adına namaz kıldı.
Sultan, Rum makamlarından
sadece dış mahallelerindeki yöneticileri yerinde bıraktı. Ancak, kendisi
tarafından kabul edilen bir otorite ile Hıristiyan Tebaa ile bağlantı kurmak ve
onun aracılığıyla vergi toplamak istediği için patriğe de gereksinim duyuyordu.
Türkler nede olsa daha önce fethettikleri şehirlerde piskoposlara ve
metropolitlere tüm mahkeme imtiyazlarını, bazı gelirleri ve şerefli makamlarının
bir kısmını bırakmışlardı.
Fatih Sultan Mehmet,
Hıristiyan Ortodoks Kilisesi’nin hiyerarşi düzenini değiştirmeye niyetli
değildi; aksine bu hiyerarşide kendisine ve amaçlarına yarar sağlayacak ve bazı
yönlerden devlet düzeninden hala mevcut eksiklikleri kapatacak çok faydalı bir
yönetim aracı gördü. Halkın nefretle karşıladığı ve Papa’nın vekili olan kaçak
İsodor’u artık kimse aklına bile getirmiyordu. Onun yerine geçirilmek üzere son
zamanlarda hiç çıkmadığı kesiş hücresinde sık sık ziyaret edilen ve bu yüzden
Ortodoks İnancının gizli lideri sayılan Gennadios Scholarios sultanın huzuruna
çağrıldı ve yeni patrik ilan edildi.
Kendisine yakın metropolitler,
onun liderliğini tanıdılar. Gerçekte ise Müslüman olan yeni imparatorun
teveccühü ile patrik olmuştu ve önemli olan da buydu. Rumların ve Doğu kökenli
Hıristiyanların en büyük ruhban lideri, gelişmeleri kayıtsız şartsız kabul
etmişti. Halk ve Rumların çoğu bu otoriteyi tanıyorlardı ve böylece vergi
ödemekle yükümlü olan yeni tebaanın her türlü muhalefeti daha baştan
önlenmişti. Ve Konstantinapol’de 1000 yıllık Bizans hakimiyeti sona ermişti.
Bütün düşmanlarına başarı ile
direnmiş ve doğal sınırlarına ulaşmış olmasına rağmen, kuruluşundan itibaren
uygulanan saldırı stratejisinden henüz vazgeçmeye niyeti olmayan bu dev
imparatorluk, ilhak edilen tüm halkların fiziki ve manevi gücünü içine alan
dünyanın en iyi ordusuna; kesin sınırları titizlikle belirlenmiş bir
hiyerarşiye ve devletin kurucusu Osman Bey’in temsilcisine her şeyi kendi
takdirine göre düzenlemesine imkan tanıyan kayıtsız şartsız itaate, oldukça iyi
yönetilen zengin eyaletlere; hanedanın şüphe götürmez yetenek ve
yeterliliklerine ve bunun yanında, özellikle yönetici konumunda olan Türk ırkı
olmak üzere, Osmanlı toplumunun, kısmen de bu toplumla bütünleşen devşirme
sınıfının erdemlerine dayanıyordu.
“